yaşamı kutsayan ölüm

Zihnimin yol açtığı sızı, 
bedenimde geziyor
Zihnim nasıl bu kuvvetle bedenime hükmediyor?
Biliyorum ki ben bu sızıdan ölebilirim
Bir son vermeli, beni hasta ediyor.
Dünyaya dalmalıyım,
Ruhumu kesip kanatan,
Dirimi örseleyen,
Ölüme bile nazik davranmayan,
Çürütüp yitirten
pis kokulu, beyhude dünya,
antidepresanıdır insanın…

Çünkü var ise yaşanacak bir hayat,
onu dünyada bulacaksın
Var ise yarın için görecek bir şeylerin,
Hiçbir hücrende kalmadıysa bile
ne umut, ne de kırıntısı,
Geçmiş arzularına kavuşmak ihtimali bile,
Uğratmıyorsa kalbine yaşamak heyecanını,
Ve umudun yeniden filizleneceğine olan inancını yitirmiş hissediyorsan
Bir şeyler diyor İsmet Bey yeryüzündeki kabuğundan:
“Ölüyoruz, demek ki yaşanılacak.”
Aldığın nefesi verdin ve yenisini aldın,
Görülecek şeyler var demek,
“yıkılma sakın”.
Ölüm yaşamı kutsamak için var,
Kurtuluş arama manasında,
Yakışır insana yaşamak,
Yaşarsa layığıyla.
Death and Life
Gustav Klimt

hakkıyla yaşamak

Ziyan etmemeli şu ömrü, kısacık zaten,
Aramalı bir anlam, solup gitmeden beden.
Felekten sormalı biz niçin düştük içine,
Ebedi ruhun sığdığı fani beden niye?
Razı olunmamalı bulmadan terk etmeye.

Geçirmek mümkünmüş şu ömrümüzü hakkıyla,
Aramak lazımmış neden, olanca sabrıyla
Mezarların içi ah çekenlerle doluymuş,
Limandan göçenlerin tek pişmanlığı buymuş.
Issız kalbinden adım sesi işittiğinde,
uğruna savaşmalıymışsın ömür yettikçe,
ve ben savaşacağım o şeyi buldum işte.

12 / 22

Ben iki satırdan doğdum

Üzerine oturdum koca dünyanın.
Bir metre kare doldurdum,
soluklandım İnsandım,
Ne için yaşamalıydım?
Kaç kez sızlandı şu karnım
bir yemişle susturdum?

Susturduğum
Bir metre kare dünyada
Dünyadaki yerim
O da şimdileyin,
Bilirim toprakla silinecek bedenim.
Lakin tutabilirsem
Vefalı bir kalpte yer
Payıma düşer,
metre karelik bir makber
Üzerinde çiçekler…

Tanrı’nın vadettiği cenneti, dünyada da görmek var.
Seni onda buldum diye, pis dünyayı sevmek var.

Dünyalı?

Bu dünya için yaratılmış, bu dünya için olmayansın. Bu dünyaya kopup düşen, bu dünyadan ayrı düşünensin. Bu dünyada yüzeyde yüzenlerin arasında, dipten haberi olansın. Ne garip, kalabalık sandığın konularda yapayalnız gezinensin… Sen hikaye anlatıcısı olan Tanrı gibi yalnızsın. Hikayenin ne içindesin o an, ne de içinde oldun bir an. Herkes ne düşündü biliyorsun ama, herkes ne söyledi, herkes ne düşündü de söyleyemedi biliyorsun. Söylenenlerden acı duyuyor, söylenmeyenlerle ıstırap çekiyorsun.

08 /23

Üzülmeli mi?

Her şeye üzülmeli mi? Üzülmeye nasıl son vermeli?
Bu konuda bize “kontrol edebiliyorsan üzülme çöz, kontrol edemiyorsan e zaten üzülme.” gibi bir yerden konuşan Stoa felsefesi, yüzeysel düşünürsek bizi mutlu etmeye yetmez, neden? Çünkü felsefenin temelde bize söylediği kontrolümüz dışında olan şeylere üzülmeyi bırakmamız. Ancak biz kontrol edebildiğimiz şey olan “çaba” konusunda tökezliyoruz. Elinden geleni yapmış olmanın rahatlığı değil, yapmamış olmanın suçlayıcılığı ile sınıyoruz kendimizi. Ama belki o an elimizden gelen de potansiyelimizin tamamını etkin kullanmak değildir. Böyle düşündüğünde geçmişte o çaba senin kontrolündeydi, şimdi geçmişe müdahale edemezsin. Artık sıra Epiktetos’un “kontrolün altında olan şeyler için bir şeyler yap, olmayana üzülme”sinde. Nasıl bunu üzüntüyü yaşamadan aşabilirsin? Temelinde hedefe ulaşmak değil, hedef için elinden geleni yapma konusunda kendini geliştirmek ve sonra hedefin için elinden geleni yapmak şeklinde olursa Stoa bizim için yararlı olur. Yine potansiyelini artırmış olmayı hedefle, tamamına ulaşmayı değil ya da çok uzak bir hedef olan falancada başarılı olmayı değil. Bazen potansiyelimizi ortaya koyacak fiziksel ya da psikolojik gücümüz, belki yeterliğimiz yoktur. Elinden gelenin daha fazlasını başarabileceğini içten içe bir yerlerde biliyor olmak onu gerçekleştirebileceğin anlamına gelmez. Bu gücün eksikliğinden dolayı kendini suçlama, gücü kazanmak için elinden geleni yap, potansiyelini gerçekleştirmek sonraki aşaman olacak.

Severance Dizi İncelemem

Kendi izlediklerimi unuttuğum için not tutma amaçlıdır. Spoiler içerebilir.
Adam Scott baş rolde, Dan Erickson tarafından yaratılan ve Ben Stiller (Adam ile yaptığı ilk iş değil) ve Aoife McArdle tarafından yönetilen bir Amerikan bilimkurgu psikolojik gerilim akışı televizyon dizisi.
Müzikler Theodore Shapiro tarafından yapılmış. Soundtrack çalma listesi youtubeda mevcut.
Şöyle bir soruyla başlayayım. İş hayatınızdayken dışarıda kim olduğunuzu ve kimlerle olduğunuzu unutsanız, dışarıdayken de işte kim olduğunuzu, ne yaptığınızı ve kimlerle olduğunuzu unutsanız? Kendi rızanızla kendinize bunu yapar mıydınız? Çok büyük bir acı çekerken bunu bir an olsun unutmak için peki? 
Bir de şu açıdan sorayım. İşveren olsaydınız, şirket bilgilerinizi güvende tutmak için bu yol size uygulanabilir gelir miydi?
Ayrılma… bunu mümkün kılan şey. Luman şirketinde çalışmaya gönüllü bir şekilde karar verenler şunları da kabul etmiş oluyorlar:beyne bir çip yerleştirilmesi, bu çip ile şirketin asansörüne binildiğinde kişinin sosyal yaşamında kim olduğu, neler yaşadığı, kimi kimsesi, duygusal ilişkileri, ailesi, acıları, tarih, yaşadığı mekan ve dışarıya ait her şeyin silinmesi; iş çıkışı asansöre bindiklerinde ise sosyal hayatlarına yönelik hafızalarını geri kazanıp ancak bu kez de iş yaşantılarındaki anıları tamamıyla hafızalarından silinmesi. Yani birbirinden habersiz ve birbirine müdahalesiz iki farklı kişilik kazanılması. Bu olaya da severance (ayırma) deniliyor. Asansöre işe ait ya da dışarıdan herhangi bir şey sokulamıyor. Yani içsellerin huzursuzluklarını dışsallarına bildirmeleri oldukça güç. Bu yüzden dışsallar istifa edecek sebebi kendilerinde bulamayacak kadar içsellerinden habersiz hale geliyorlar.
Başlangıçta tek mesele bu gibi görünüyor. Hepimizin yöneticilerden sıkça duyduğu tavsiye: “Özel hayatını işe yansıtmayacaksın.” Dünyanın en berbat gününü geçirmiş dahi olabilirsin, ama insana özgü de olsa yas o işin kapısının dışında kalmalı. Yani iş dünyasında insanın zayıf ve duygularının esiri değil; çözüm odaklı, hırslı, duygularını kontrol edebilen tarafı kabul görüyor.
Böyle somutlaştırıldığında absürt ve insanın doğasından uzak görünüyor değil mi? Yıllardır kendi imkanlarımızla, bir çip olmaksızın bizden bunu başarmamız bekleniyor. Evet dizide bir çip yardımıyla bu iki yaşantı kolaylıkla ayrılarak bu bize sorgulatılıyor. Hatta izleme, hapsetme, mola odası adı altında saatlerce tutulup pişmanlık metinleri okutma, duygusal ilişkilerini kısıtlama, kendilerine olumsuz duygular veren rakamları ayıklatma ve hatta dış dünyalarına müdahale gibi eylemlerle etik kuralları da fazlasıyla ihlal ediyor. Ve hatta izleyiciler arası etik ve fayda çerçevesinde fikir ayrılıkları yaratıyor dahi olabilir; lakin dizi ilerledikçe tek meselenin bu olmadığı anlaşılmaya başlanıyor. Bunu yalnızca iş için değil, cinsellik için dahi kullandıkları ve şirketin tüm insanlığı çipleme ideali olduğu görülüyor. İnsanlara bu durum özendirilecek bir şekilde aktarılıyor. Mark’ın trafik kazasında kaybettiği ve acısını daha az yaşamak için Luman’da çalışmayı seçmesine sebep olan ölmüş eşini başka bir kimlikte içseliyle iletişim halinde görüyoruz. Bu durum da iş hayatındaki ayrılmanın tüm dünyayı çipleme öncesinde deney çalışması olduğuna, işçilerin de birer denek olduğuna işaret ediyor. Rakamlar neyi temsil ediyor, insanlar orada ne için çalışıyor ve rakam toplama tamamlanmadığında patronlar neden o denli kaygılanıyor sezon finalinde dahi bir sır perdesi olarak kaldı. 
Dizinin ilerleyen bölümlerinde başlarda Mark’a ulaşan Peter’ın iki kimlik arası sıkışması ve ölümü sonrası
Peter’ın cenazesindeki anı videosunda Peter kızı ile Metallica- Enter Sandman söylüyor. Birbirlerine bakarak tekrar ediyorlar: “If I die before I wake” yani “eğer uyanmadan ölürsem” ve Peter tam olarak uyanmadan önce ölmüştür.
Mark’ın dışsalının iş yerini sorgulaması ve Mark’ın içselinin Helly ile bağ kurması ile de Mark’ta iş yerindeki içselinin (işteki köle kimliği) sorgulama süreci başlıyor. Ve Helly için de sosyal yaşamdaki dışsal (içseli yaratma kararını veren, yarattıktan sonra onunla hiçbir bağlantısı kalmasa dahi onun adına karar verebilmeye devam eden sosyal kimlik) ve iş dünyasındaki içsel çatışmaya başlıyor. İçseller için başlarda sosyallik de departman içi geçerli, platonik olmadıkça aşk dahi yasak. Dışsallar da belki her iki yaşantısında farklı insanlara dahi aşık olabiliyorlar ve bu kimse tarafından bilinmiyor bile. Dizi ilerledikçe içseller sorgulama yetisine sahip oluyor. Dışsallarına ulaşmanın bir yolunu ararlarken Dylan başlarındakilerin kendilerini sosyal hayatlarında da macro-data refinement (MDR) ile uyandırabildiklerini ve bir oğlu olduğunu öğreniyor ve bunu departmandaki arkadaşları ile paylaşıyor. Irving de Burt’ü kaybetmenin üzüntüsü ile karşı koymaya karar veriyor. Ve departman olarak sezon finalinde MDR ile dış dünyada uyanarak seslerini dış dünyaya duyurmayı planlıyorlar. Bu aşamada yüzleşmeler oluyor: Mark patronu Harmony’nin başka bir kimlikle sosyal yaşamına sızdığı, Irving iş hayatında yakınlık duyduğu Burt’ün başka bir ilişkisi olduğu, Helly bu şirketin kendine ait olduğu gerçeği ile yüzleşiyor. Harmony Mark ile beraberken Mark uyandığı için MDR ile uyandırıldığını fark edip Helly’ye engel olmaya gitse de finalde Helly içsellerin durumunu topluluğa haykırıyor ve dizi sezon finali yapıyor. 

Tartışma

Bir tartışma sorusu da şu: Helly’nin dışsalı bu işlerin başında ve içselini acıyla dahi tehdit ediyor. Helly içseli iyi olduğu için özünde iyi midir? Bizi kötü eden dış dünya hırsları mıdır? Küçük bir alanda, amacımızı dahi bilmeden bize söyleneni yapan, bunun dışına dahi çıkamayan insanlarken id o kadar da doyumsuz olmuyor mu? Ya da içselin kişisel gelişimi başka yöne mi evrildi? 

Peki siz… kusurlu bir düzenin içerisindeyseniz, itaat mı edersiniz yoksa mücadele mi edersiniz? Kurallar, her zaman uyulması gerekenler midir?

İş dünyası, endüstri devrimi, ya da senden bir şey olmanı bekleyen her şey… Beklentiler ve sen… Birçok şey olabilir bu: otuzlarına yaklaşmış bir bekardan evlilik beklentisi, evlenen birinden çocuk beklentisi, yaşam standartlarını yüksek tutacak iyi bir kariyer beklentisi, ikili ilişkilerde birilerinin üzerinde hak iddia etmesi, işte duygusallığa yer olmaması gibi gibi… Yaşını dert etmeye başlaman, tanıştığın herkesi potansiyel eş olarak değerlendirmen, evlendiğinde neslini devam ettirme arzusunu insanlığın kaderi sana bağlıymış gibi hayvansal bir üreme içgüdüsüyle sahiplenmen, sevmesen de toplumca kabul gören bir işi yapmaya kendini zorlaman, sevgilini adımlarından haberdar etmen, onunla sürekli iletişim halinde kalma baskısı hissetmen, sevgilin tarafından bazı bazı kısıtlanman, artık hayatı iki kişilik yaşadığın fikrine ikna edilip karar verirken birini daha düşünmek zorunda hissetmen, iş yerinde duygusal olarak buhranda görünememen… Gerçekten bu çabaların ne kadarı içinden geliyor?

Dizi aracılığıyla birçok içsel tartışma, birçok düşünceyi sorgulama mümkün. Kaçmak için koştuğunda hep daha iyi bir yere doğru yol almayacağın gibi, bazen onca hayatta kalma gürültüsü arasında kendini duymayı hatırlamak gibi, insanca kalabilme hakkını elinde tutmak gibi.

Teişeba

Bir an üzerime tatlı tatlı yağan mevsim yağmurları,
İçimde fırtınalar kopardı.
Bitti fırtınam
Kapımı salladı, salladı, salladı...
Benim fırtınam bitti
O kapıyı çarptı, dışarda kaldı.

Mevsimi geldi
Yeniden ıslanayım istedi damlalarında
Serpildi eşiğime
Bense minnettardım şemsiyeme.

Birbirine doğru yürüyen iki noktadan hikaye
Biri sapmış yolundan, sonra dönmüş yönüne
Ama kavuşamamış asla biri birine
Yanından öylece geçmiş gitmiş
Bu hikaye böyle bitmiş.

Dilencilerin olsun öyle sevgi

Ben sevgiyi koparıp almak istemişim
gönlünüzdeki ağaçların dallarından.
Olgunlaşmadan kopardığım sevdalar
bir ergen yadesi gibi
sığmamış elime avucuma.
Acı tadını takınmış,
ben sıktıkça kurtulmaya uğraşmış.
Oysa bıraksam,
olgunlaşıp en tatlı muhabbeti
çalacakmış dilime.
Kendileyin sıyrılıp düşecekmiş
altına gerdiğim yüreğime.

Öyle Şiirler

Alırsın sırtına başkalarının paltolarını, 
Başkalarının şiirlerinde gezersin,
Başkalarının sokaklarından dolanırsın sevdayı
Bilmediğini bilenlerden tanırsın,
Tatmadığını tadanlardan sorarsın.
Ve ben öyle dilerim ki
Aşk ateşse bulsam atlasam ona
Tanısam hamken, pişsem, yansam sonra.
Desem ki sokaklarım geçti sevdadan,
Desem ki kendi paltomu sırtladım aşktan.
Öyle şiirler yazsam ki
Öpülmeye hevesli bir dudaktan,
duymaya sabırsız bir kulağa...
Öyle şiirler yazsam ki
Buna sebep şeyler aranmış satırlarından,
mesut bedenlerin delili gamzelerin çukurlarına...

Giovanni Segantini, Idyll, circa 1882-83, Aberdeen Art Gallery,
Aberdeen City Council (Art Gallery & Museums Collections)